Luang Parabang
-
Laos’un gün batımında, bir Ispanyol, bir Fransız, bir Türk. Yunanca şarkılar söyleyip dans ettiler…
Kısacık bir an, güneşin kızıllığı vururken yüzlere, sanki bin yıldır “tanış” tılar. İşte öyle bir şey… Sizi Miguel’le tanıştırayım. İngilizce etüt sınıfında yan masamda çocuklarla Real Madrid’ten konuşurken gördüm onu ilk. İtiraf etmeliyim ki İspanya’ya dair en ufak bir şey duyunca kabarır kulaklarım benim, ve o her neyse, daha bilmeden severim. Gözgöze geldik gülümsedik.Sınıf çıkışı “kahvaltı? dedi, olur dedim. İşte bazen kendiliğinden oluveriyor, ne zaman bu kadar derine gidiyor o sohbet anlamıyorum bile. Sadece bazı anlarda, sadece bazı insanlarla, birdenbire oluveriyor işte.
Neden buradasın dedim. “Aslında Peruya gidiyordum, son anda değiştirdim. Doğayı bu kadar tahrip etmemize dayanamıyorum, o yüzden buradayım.” (Anlamadım?) “Kamboçya’ya geldim. Angkor Vatta bir tapınakta bir ağaç var, tapınağın duvarlarına köklenmiş, neredeyse tapınağı yiyerek büyüyor ve bir şekilde medeniyet ve doğa, ikisi bir arada da oluyor. Onu görmeye geldim onca yolu. İlham olsun istedim o denge. ” (Eve dönünce fotosunu bulup yükleyeyim sizin için. Ben o ağacı gördüğümde ilk gezi parkı gelmişti aklıma. )
Sen neden buradasın dedi bana. “Çünkü son birkaç aydır çok mutsuz, çok çaresiz, çok umutsuzum. O çaresizliğin içinde hiç bir şey yapamaz oldum. Biraz dışarıya çıkıp, büyük resmi görmeye, umudumu beslemeye ihtiyacım vardı.” Aslında anlatmayı burada bırakacaktım, bırakamamışım. Sonraki yarım saat gözlerim dola dola kendi penceremden Türkiyeyi, olanları, olmayanları, doğusunu, batısını, içimi dışımı anlatıp kusuverdim adamcağızın kucağına. Bitirdiğimde gözleri ışıldayarak bakıyordu bana, anlamadım. “Neye inanıyorsun, senin ruhani yolun nedir çok merak ettim” dedi.
Daha da anlamadım. “Öyle bir bağlandın ki anlatırken, öyle kalpten bir bağın var ki neyse onunla.” Ben adam “dert babası mıyım” deyip benden kaçacak sanırken o beni gün batımı izlemeye davet etti. Artık İspanyadan gelen otomatik bağın yerini kendiliğinden, gönülden bir şey almıştı bile.
-devamı ilk yorumda-Akşamüzeri tarif ettiği yere doğru yürürken -saati falan da konuşmadığımızdan- ne söylediği yeri ne de Miguel’i bulabileceğimden emindim ama en nihayetinde gün batımı için bahaneye ihtiyacım yok, hele ki yazsa…
Nehrin kenarında yürürken arkamdan seslendi, Holaaa!
Minik plajı birlikte bulduk. Ben tuzlu olduğunu umduğum bir şeyler aldım, o da kendine içecek. Sonrası, güneş yavaş yavaş alçalırken, içimizi acıtan hikayeleri bir kenara koyabilip, kalbimizi kıpraştıranlara daldık. Şarkılardan konuştuk, çocuklardan, şefkatten, aşktan… Laf dansa geldiğinde Miguel çoktan kaldırmıştı beni ayağa. Zorbayı bilir misin, hani nasıldı o dans…
Ayağa kalkıp omuzlardan tuttuğumuzda arkamdaki kadını fark etti. Heyy heyy gelsene, dans ediyoruz… Gel gel ya çekinme hadi! Birkaç saniyelik tereddüt sonrası Fransız Evelyn de tutuyor omzumdan…
Yamru yumru plajda birimizin ayağı öne birimizin arkaya. Yıllar önce halk oyunları yarışmalarına girerken hocalarımız söylerdi, ayaklar hata yapsa da yüzünüz önemli sen keyif alıyorsan seyirci de alır. Şimdi Laosta Mekong Irmağının kenarında, ayaklar başka yana gitse de yüzlerde aynı keyif…
Biz güneşi değil güneş bizi seyrederken, ve sanırım güneş de gidemeyip birkaç dakika geç doğarken öbür dünyaya. Tutturduk bir yunan dansı, Türkiyeli Hülya, İspanyalı Miguel, Fransız Evelyn ve güneş… Ram, taram, tarararaam, ta ram, tarararaaam…